DENEME YARIŞMASI ÜÇÜNCÜLÜK ÖDÜLÜ: Alper Özyurt

GE250-251 dersi kapsamında düzenlenilen “Kütüphaneyle Tanışma” konulu Deneme Yarışması sonucunda Alper Özyurt (MAN) “Sonsuzluk Özlemi” isimli çalışması ile üçüncülük ödülü almıştır.

alperdeneme

SONSUZLUK ÖZLEMİ

Bir dönem ülkesindeki Ulusal Kütüphane’nin müdürlüğünü de yapmış olan ünlü Arjantinli yazar Jorge Luis Borges; cennetin, her zaman bir çeşit kütüphane olabileceğini hayal etmiştir. Habent sua fata libelli[1] sözünü özümseyen ve dolayısıyla bir kitabın dâhi sonsuz olabileceğini (Kum Kitabı) düşünen Borges’in, kütüphane için cennet tasvirini yapması normal karşılanmalıdır. Nitekim, Tomris Uyar’ın eşsiz çevirisiyle Türkçeye kazandırılan “Babil Kitaplığı” öyküsünde Borges, “Ben onun [kütüphanede bulunan kitaplığın] ışıltılı yüzeylerinin sonsuzu simgelediğini ve muştuladığını düşlemeyi yeğlerim.” diyerek kütüphanenin bir kitapsever için neler ifade edebileceğini vurgulamıştır. Bu bağlamda, Borges’e göre sonsuzluk kütüphanededir hatta ve hatta kütüphane –kendi başına- sonsuzluktur. Kütüphaneyi adeta bir cennet sayan bu düşünce sahibi, kütüphanenin yüzbinlerce kitabın bir kapta erimesiyle oluştuğunu ve dolayısıyla kütüphanenin –içerisindeki kitapseverlerle anlam kazanan- bir mâbet olduğunu düşünmüştür. Peki Bilkent Üniversitesi Kütüphanesi’nin bu anlatılanlar ile ne ilgisi var? Bilkent Üniversitesi Kütüphanesi yalnızca sıradan bir üniversite kütüphanesi mi; yoksa öğrencilerin, Borges’in tarif ettiği o eşsiz güzellikteki kitap evreninde gezme fırsatını yakalıdıkları bir mâbet mi? Bu soru sorulduğunda, tecahül-i arif (bilmezlikten gelme) sanatının icra edildiğini düşünebilirsiniz, düşünmekte de haklısınız çünkü Bilkent Üniversitesi Kütüphanesi’nin Borges tarafından tarif edilen o eşsiz güzellikteki kitap evreninde gezme ve dahası bu kitap evrenini keşfetme fırsatını veren Türkiye’nin sayılı kütüphanelerinden olduğu yadsınamaz bir gerçektir.

Benim, Bilkent Üniversitesi Kütüphanesi ile –Bilkent öğrencisi olarak- ilk tanışmam Bilkent Üniversitesi’nin, üniversiteye yeni kayıt olan öğrencileri için düzenlediği “GE100-Üniversite Hayatına Giriş” dersi ile başladı. GE100 dersinde öğrencilere iki puan katkı sağlayan kütüphane etkinliğinin amacı üniversiteye yeni kayıt olan öğrencilere, kütüphane kaynaklarını kullanmayı ve kütüphanede yer alan çeşitli hizmetlerden nasıl faydanılabileceğini öğretmekti. Bu etkinlik kapsamında, değerli kütüphane personelleri; Bilkent Üniversitesi Kütüphanesi’ni fiziksel,sosyal ve bilimsel ana başlıkları altında, güleryüzlü bir biçimde ve olabildiğince anlaşılır düzeyde anlatmaya çalıştı. Kütüphane sunumunda anlatılanlar doğrultusunda, öğrencilerden; belirli bir listedeki kitapların bulunması ve bu kitapların ödünç alınması istendi. Bu bölüm; öğrencilere, kütüphanedeki modern tasnif sistemi hakkında bilgi vermesi açısından oldukça önemliydi. Öğrencilerin kitapları ödünç almasının ardından GE100 etkinliğinin kütüphane bölümü sona erdi. GE100 dersinin kütüphane etkinliğinden çıktıktan sonra Bilkent Üniversitesi Kütüphanesi’nin Bilkent Üniversitesi öğrencileri ve kütüphane personelleri işbirliğiyle -gerçekten büyük bir özen gösterilerek- hazırlanmış; ninja, uzaylı ve korsan gibi figürler aracılığıyla eğlenceli kılınmış tanıtım videolarını izledim. Sonuç olarak, bu videolar aracılığıyla “katalog tarama”, “dergi arama” ve “genel kurallar” gibi konular hakkında kütüphane ile ilgili temel bilgilere sahip oldum. Bir nevi –tüm bu etkinlikler ve videolar aracılığıyla- Borges’in tarif ettiği, eşsiz güzellikteki kitap dünyasınının giriş anahtarları bana ve üniversiteli arkadaşlarıma sunulmuş oldu.

Peki Bilkent Üniversitesi Kütüphanesi yalnızca akademik yayınlarla ve bilimsel makalelerle mi sınırlıydı? Üniversitenin ders başlama tarihinden yaklaşık bir hafta önce yapılan  GE100 kapsamındaki kütüphane etkinliği ile kütüphaneyi ne kadar tanıyabilmiştim? Üniversite hayatım ile Bilkent Üniversitesi Kütüphanesi arasında –üniversitenin ilerleyen yıllarında- nasıl bir ilişki olacaktı? Tüm bu sorulara cevap bulmayı ümit ederek Bilkent Üniversitesi Kütüphanesi’ne giderek keşif turuma başladım. Öncelikle, kütüphanenin kapısından içeri adım attığımda, benim için bir kütüphanede bulunması gereken en önemli özelliklerden birisi olan sıcak kütüphane atmosferine girdiğimi hissettim. Kütüphanenin girişinde dahi hissedebildiğim bu atmosfer; kim bilir kitap rafları arasında, buram buram kitap kokuları eşliğinde ne kadar derinleşecekti? Tüm bu düşünceler aklımı kurcalarken, kütüphanenin üst katlarına çıkmak üzere merdivenlerine yöneldim. Merdivenlerden çıkarken, duvarda bulunan ve öğrenciye adeta ilham veren “kitapları dünyada okunan Bilkentli yazarları” görerek adımlarımı yavaşlattım. Merdivenlerden çıkarken yavaşlamamın sebebi, çıkmakta olduğum basamakların; görünenin ötesinde bilgiye ve gerçeğe uzanan büyülü bir merdivenin parçaları olduğunu kavrayışımdı. Bir an için -bu kavrayışın verdiği coşku ile- kütüphanenin duvarının üstünde, kütüphanede kitabı bulunan bütün yazarların fotoğraflarının asılı olduğunu düşündüm. Evet, artık Borges’in neden kütüphane ile sonsuzluğu özdeşleştirdiğini daha iyi anlıyordum. Bir üst kata ulaştığımda, kütüphanenin belki de en çok merak ettiğim bölümüne ulaştığımı fark ettim: Türk Plastik Sanatlar Arşivi (TPSA). Tarihi 1990 yılına dayanan ve Bilkent Üniversitesi Kütüphanesi Sanat Odası’nda bulunan Türk Plastik Sanatlar Arşivi’nde, Türk sanatçıları hakkında güncel bilgiler ve geçmiş ve günümüz dönemlerinden broşür, afiş, kupür, davetiye, bülten ve reprodüksiyon gibi dökümanlar bulunmaktaydı. Büyük bir özen ve titizlikle hazırlanmış bu koleksiyon, benim bir kez daha Bilkent Üniversitesi Kütüphanesi’nin neden Türkiye’nin sayılı kütüphanelerinden biri olduğu gerçeğini anlamamı sağladı.

Ünlü Amerikalı siyaset bilimci ve profesör Robert Putnam kütüphaneler hakkında “İnsanlar kütüphaneye bilgiye ulaşmak için giderken sosyal olarak birbirlerine de ulaşmış olurlar.” diyerek kütüphanelerin sosyal hayattaki önemini vurgulamıştır. Bu bağlamda, Bilkent Üniversitesi Kütüphanesi de üniversite öğrencilerinin birbirlerine ulaşmasını ve sosyalleşmesini sağlamak adına Bilkent’te önemli bir yere sahiptir. Üniversitede ders dönemi başlamasıyla ivme kazanan kütüphane sosyal etkinlikleri; Bilkent öğrencilerinin, ders aralarında nefes almasını sağlıyor. Örneğin, öğle arası seminerlerinde, öğrencilere, bir yandan ekonomi (Sayın Refet Gürkaynak’ın bu dönemde yapmış olduğu Türk Ekonomisi ile ilgili kütüphane seminerine ayrı bir parantez açmak gerekir),  psikoloji, felsefe gibi çeşitli disiplinlerle ilgili bilgiler aktarılmakla kalmayıp öğrencilerin –belirli bir süreliğine de olsa- kütüphane atmosferini teneffüs etmesi sağlanıyor. Bununla birlikte, öğle aralarında genellikle Bilkent Üniversitesi öğrencileri ve öğretim görevlileri tarafından verilen mini-konserler de kütüphanenin, “üniversite sosyal hayatına” katkısına önemli bir örnek oluşturuyor. Bunlara ek olarak –benim- Bilkent Üniversitesi Kütüphanesi’nde yapmaktan keyif aldığım ve dönem içerisindeki derslerin, projelerin ve ödevlerin baskısını kısa süreliğine de olsa unutmamı sağlayan sanat galerisi sergilerini gezmek de kütüphanemizin biz –Bilkent öğrencilerine- sunduğu ayrılacıklardan birisi. Özellikle, bu dönem içerisinde sergilenen  “Nazım Hikmet” fotoğraf sergisinin ve Bülent Yavuz Yılmaz, Şevket Arık, Mustafa Duymaz, Agnieszka Srokosz, Şeniz Aksoy ve Aslı Vural gibi sanatçıların eserlerinin yer aldığı  “Kent/City/Civitas/Polis” temalı serginin; ilham veren güzelliklerle kuşatılmış, etkileyici sergiler olduğunu vurgulamak isterim. Tüm bunların dışında, Bilkent Üniversitesi Kütüphanesi; internet ve dijital yaşamın gelişmesiyle beraber küreselleşen dünyadaki değişimlere ayak uydurmayı başarmış sayılı kütüphanelerden. Türkiye’nin en geniş yazılı arşivlerinden birine sahip olmakla kalmayıp, Türkiye’deki en geniş e-kitap ve e-dergi arşivlerinden birine de ev sahipliği yapan Bilkent Kütüphanesi; “OverDrive”, “RefWorks” gibi sistemleri de kullanarak çağdaş bir kütüphane olmanın da gereğini yerine getiriyor. Bu noktada, öğrenciler; Bilkent Üniversitesi Kütüphanesi tarafından kendilerine sunulan ve kullanımı oldukça kolay olan “OverDrive” sistemi aracılığıyla e-kitaplara ve sesli kitaplara ulaşıp bilgi dağarcıklarını zenginleştirebiliyorlar.

Herakleitos’un iki bin yıllık zaman imgesi nehir… Kütüphane ise bu nehirde Tarkovsky’nin deyimiyle mühürlenmiş zamanı yaşamamızı sağlayan girdaplardır. Kimi zaman içerisindeki kitaplar aracılığıyla sizi nehrin bir ucundan alıp, bir diğer ucuna götürür. Kimi zaman ise, bir girdap gibi sizi içine çekerek, zaman denilen nehrin nesnelliği içerisinde akıp gitmenizi engeller. Dolayısıyla, Bilkent Üniversitesi Kütüphanesi’nin, bir öğrencinin gözündeki yeri ve önemi çok büyüktür. Bu sebepten dolayı, benim ve birçok Bilkent öğrencisinin ders aralarındaki boşluklarda aklına ilk gelen yer üniversite hayatımızda önemli bir yeri olan ve içerisinde basılı ve elektronik kaynaklar ile multimedya olanaklarını bir arada bulunduran Bilkent Üniversitesi Kütüphanesi’dir. Bilkent Üniversitesi Kütüphanesi, yüzbinlerce kitabın bir kapta erimesiyle oluşan ,Borges’in deyimiyle, binlerce yıl önce başlamış olan kütüphane geleneğininın en önemli temsilcilerinden birisidir.


[1] Habent sua fata libelli: Kitapların, okuyucunun kapasitesine göre yazgıları olduğunu ve dolayısıyla farklı anlamlar kazanabileceğini belirten Latince söz.

Alper ÖZYURT

DENEME YARIŞMASI İKİNCİLİK ÖDÜLÜ: Anıl Rızaoğlu

GE250-251 dersi kapsamında düzenlenilen “Kütüphaneyle Tanışma” konulu Deneme Yarışması sonucunda Anıl Rızaoğlu (EE) “Göz Göze Gelmek Bilkent Kütüphanesi’yle” isimli çalışması ile ikincilik ödülü almıştır.

anildeneme


GÖZ GÖZE GELMEK BİLKENT KÜTÜPHANESİ’YLE

Günümüz toplumu tarafından fazlaca yıpratılan bir söylemdir insan yığınları arasında kaybolmak ve özlenilen yalnızlığın peşinden koşmak üzere yola koyulmak. Hemen her coğrafyada, zaman kavramından bağımsız olarak hissedilen bu içe kapanık olma durumu, kişinin kendisini dış çevreden soyutlayarak gürültüden arınmış iç sesinin dinleyebileceği bir ortam arayışıdır aslında. Diğer bir deyişle, varlığı itibariyle özgün birey olma güdüsünü içinde barındıran insan, düşünce duygu ve hislerini yine kendinde odaklayabileceği ve yalnız kendi için nefes alabileceği bir atmosferin ihtiyacını, aslında en yoğun haliyle hisseder kalabalıklar arasında. İşte böyle zamanlarda benim için bir çıkış kapısıdır kütüphane. Çıkarım yaşamın somut ve karmaşık sisteminden ve kapıyı aralarım soyut ve bana ait bir atmosfere. “Kütüphane” yazan o binanın önünde hafif turuncuyu çalan ve Bilkent’e gelen sonbaharda dökülen yaprakların rengiyle bütünleşerek insan ruhunda hafif melankolik bir fon uyandıran dış kapıyı ilk kez araladığımda, kapının hemen sonrasında gelen sıcak hava perdesi, 12.000 kişinin arasından sıyrılarak geçtiğim sanal ve düşsel bir geçit yarattı bana kendi zamanımı yaşamama olanak sunan.
Hava perdesinden hemen sonra sırasıyla beni birinci ve ikinci katlara ulaştıran merdivenlerin başına geldiğimde, ilk öznel seçimimi yaparım o günün bana sundukları ışığında, tıpkı kahverengi bir Eylül öğleden sonrası yaptığım gibi. Eğer kendimi yeterince aktif ve insanlarla bütünleşik bir ruh halinde hissediyorsan hiç merdivenlerin yüzüne bakmam, doğrudan girerim giriş katta bulunan ve pek çok öğrencinin uğrak yeri olan çalışma salonuna. Bakmayın sessiz alan olduğuna, sessizdir ama o sessizliğin içinde bir yoğun bir döngüdür alıp başını gider. Fısıltılar eşliğinde yapılan ödevler de buradadır, bitime dakikalar kala umutsuzca bitirilmeye çalışan raporlar da. İstanbul gibidir giriş katı tabiri caizse. Hani İstiklal Caddesi’nin kafelerinden birinde bir köşeye çekilir de izlersiniz ya onca insan profilini, işte ben de hafiften ırak bir masaya oturur ve seyrederim zaman zaman, koşuşturan farklı insan profillerini. İlk haftalar hayret ve hiç bitmeyeceğini düşündüğüm bir ilgiyle seyre daldığım bu manzara, zaman geçtikçe nispeten normal gelmesine rağmen 2 yıldır halen özgünlüğünü korumaktadır doğrusu. Adı üstünde giriş kattır burası ve biraz da üşengeç mizaçlı insanoğlunun ana kapıdan girer girmez merdiven zahmetine katlanmadan doğrudan  kapısına yöneldiği kalabalık bir salondur. Burada akışı ve görüntüleri siz yönetirsiniz. Bir kez yapacağınız işe odaklanıp kendinizi verdiyseniz şayet, dış dünyayla iletişiminiz kesilir. Ancak ne zaman ki ara verilir, baş hafifçe doğrulur ve gözler o anda yapılandan daha ilginç bir odak aramaya koyulur; işte böyle zamanların ideal ortamıdır giriş kat çalışma salonu. İnsiyatif alınmış ve çalışmaya ara verilmiştir. Başlanır etraf taranmaya, incelenmeye. Onlarca farklı insan profili geçerken rafların arasındaki naif koridorlardan, zaman zaman bir tanıdığa rastlar gözleriniz. O da sizi görürse kütüphane ortamının verdiği o hafif ciddi havayla sessiz bir göz selamı verirsiniz. Şayet o kendi işine dalmış ve sizi farketmemiş ise size kalan ufak bir gülümseme olur. Sözün özü, diğer katların arasında sessizliğin içinde varlığını korumayı başarmış fazlaca karışık ve renkli sosyal temasıyla ana kapının girişinden hemen sonra sizi karşılayan bu çalışma salonu, kısa süreli son ana bırakılmış ödevlere ve tamamlanması ihmal edilmiş son dakika projelerine kalıcı çözümlerin yoğun ve kalabalık adresidir.
Birinci kat girişe nazaran çok yoğun olmasa da hissettikleri son derece özgündür Bilkentlilere. Bu kat da Ankara’ya benzer birçok açıdan. İnsanlar genellikle doğrudan doğruya buraya gelmek istemez ya da kimsenin zihni kapıdan girişte doğrudan birinci katta çalışmayı kurgulamaz. Ancak şartlar bir şekilde onu birinci katta çalışmaya iter. Yine Ankara gibi makul bir kattır birinci kat; orta karardır. Girişin çok kalabalık olduğu düşüncesiyle bir kat merdiven çıkmayı göze alan insanların, diğer katı çıkmayı göze alamaması ve kolaya kaçmanın verdiği özgüvenle birinci katı tercih etmesi sonucu kendine özgü bir insan profili, sadık bir kullanıcı kitlesi vardır. Birinci kata çıkmam, kütüphane oryantasyonu sonrasında tam bir ay zamanımı alsa da; sonrasındaki dönemlerde benim için de fotokopi çektirmenin yarattığı bir sorumluluk olmuştur o dönemlerde birinci katta bulunmak. Denildi ya tıpkı Ankara gibidir diye, işte bu nedenden olsa gerek gelenler çoğu zaman zorunluluktan gelirler. B blokla bağlantının yapıldığı bir kavşak noktası olma niteliği gösteren birinci kat, bu özelliğiyle kısa süreli ödev alışverişlerine ve arkadaş sohbetlerine de ev sahipliği yapar.  Tatil için İstanbul’dan Antalya’ya yol alan bir Türk ailesinin Afyon sapağının hemen sonrasında Ankara’dan geçmeyi tercih etmesinin bir tecellisi; bir kat aşağı inerek tüneli kullanmaktansa bir kat yukarı çıkarak tüp geçitten yürümeyi yeğleyerek birinci kata uğrayan öğrencilerde görülür kimi zaman. İşte yıllar içinde birikip tabulaşan tüm bu kalıplar, yalnız ve sakin bir hava verir birinci kata. Hemen bir kat aşağıdaki sosyal ortam ve hareketlilik, yerini artık aceleyle harmanlanmış bir ciddiyete bırakmıştır burada. Zaman daha da önem kazanır ve işini bitirmek gayesiyle hızlı çekimde hareket eden insanların figüranlık yaptığı bir film seti beliriverir karşınızda. Özetle; sinik, silik ve yorgun bir kişiliği vardır birinci katın ve kimsenin haberi olmadan usulca insanların yaşamlarına ortak olur.
İki yandan uzanan merdivenleri çıkmayı sürdürüp sonuna ulaştığınızda, Los Angeles’ta ünlü Çin Tiyatrosu’nun önünde yer alan ve ünlü Hollywood oyuncuların el izlerinin bulunduğu kaldırımlardan geçmişcesine bir izlenime kapılırsınız, Bilkent Üniversitesi’nin Dünyada Kitapları Okutulan öğretim üyelerinin portreleri eşliğinde. İkinci kat gerçekten kararlı ve derin bir sebat içinde çalışma amacını gerçekleştirmeye yönelmiş öğrencilerin buluşma noktası olarak tasvir bulur. Öyle ki kişisel anlamda bu katta ilk ders çalışmam, Bilkent’te geçirdiğim ilk final haftasına denk düşer. Öte yandan, yaşamın somut karmaşasına bir süre olsun ara verip kendine dönmek isteyen insanların, girişte onları karşılayan turnikelerden geçtikten sonra doğrudan yöneldikleri adrestir. Ruh anlamında İstanbul’un bir yansıması olan zemin kat ve Ankara’yı betimleyen birinci kattan sonra, ikinci kat Karadeniz’in kucağındaki Artvin’in ufukla birleşen yaylalarına benzer. Yolu uzundur, zorludur, çetrefillidir. Deyim yerindeyse uzunca bir süre tırmanmak gerekir. Fakat yolcuğun sonunda sizi bekler sessizlik ve Ankara’nın lojman griliğiyle karışmış Bilkent ormanı. Çalışmaya ara verip derin bir nefes almak adına doğrulan insanları, giriş katındaki karmaşanın aksine; sessiz ve sisli bir Ankara manzarası karşılar bu katta. Sabahın ilk ışıklarıyla kütüphanenin yolunu tutmuş ve gemisini terketmeyen kaptan misali saat 23.29 olmadan kütüphaneyi terk etmeyenler, ikinci katı mesken tutarlar kendilerine. Kamu Personeli Seçme Sınavı’na hazırlanan memur adaylarından, Tıbbiye’den henüz mezun olmuş ve Tıpta Uzmanlaşma Sınavı üzerine kariyerini inşa etmekte olan doktor adaylarına kadar geniş bir ziyaretçi profili bulunur ikinci katın. Ortamı sakindir. Yalnız işi olanlar gelir ve gelenler uzunca bir süre kalır. Pratik sorunlar alt katlarda çözülürken, kalıcı ve uzun vadeli çözüm arayan insanların tercih ettiği yegane odak merkezidir. Yorgunluk ve yer yer beliren stres, güneşin yüzü ağır ağır kaybolurken insanların yüzlerinde belirmeye başlar bu katta. Aynı rayların üzerinde farklı yönlere gider yolcuların hikayeleri ise, aradan geçen saatlerin eşliğinde ince bir harmoniyle birbirine karışır.
Yaşam denilen düzenler bütünün bir yansımadır aslında Bilkent Üniversite Kütüphanesi. Gelişime dönük yüzüyle sürdürülebilir başarıyı yakalayabilmenin yanı sıra, insanların hikayelerine bu denli ortak olarak farklı kültür ve coğrafyalardan gelmiş insan yığınlarını aynı payda altında buluşturabilmesidir onu özgün kılan. Ve Bilkentli olma yolunda adım atan her genç bireye profesyonellikle harmanlanmış sıcak ortamın eşliğinde ilklerini yaşatmasıdır motive edici atmosferinin eşliğinde. Her katın ayrı bir kişiliğe sahip olduğu ve insanın içinde bulunduğu yaşamın soyut karşılığını doğrudan hissedebildiği yerdir burası. Dahası, insanın başının hemen üstündeki zaman denilen kameranın durmaksızın kayıt yaptığı anlarda, kaydı durdurabildiğiniz ve kendi zaman tanımızı kendinize dikte edebileceğiniz tek yerdir belki de. Ve tüm bunların ötesinde içinde birer figüran olarak yer aldığımız kendi hayat filmimizde, aslında her birimizi filmin başrolüne taşıyan o sihirli yapıdır Bilkent Kütüphanesi ve Bilkentlilerin zihinlerinde yer eden ilkleriyle Prof. İhsan Doğramacı’nın bilim meşalesini geleceğe uzanan yolda genç kuşaklarla taşımayı sürdürecektir.
Anıl RIZAOĞLU

DENEME YARIŞMASI BİRİNCİLİK ÖDÜLÜ: Emina Hasanagic

GE250-251 dersi kapsamında düzenlenilen “Kütüphaneyle Tanışma” konulu Deneme Yarışması sonucunda Emina Hasanagic (POLS) “My First Visit to the Library” isimli çalışması ile birincilik ödülü almıştır.

emina

My First Visit to the Library

           I am nine years old. My hair is an ashy shade of blonde. I am wearing a thick, knitted white and purple sweater. Red rubber boots on my feet are marching slowly next to my father’s cowboy boots. I have 10 German marks in my pocket. My mama left them for me in the morning next to a pack of coffee, a carton of cube sugar and a box of Turkish Delight – an old Bosnian tradition. Mama left me a message saying ”Money is to register at the library. Go there straight from home and ask for Adisa, she knows me well. Give her the bag. Get the book you need and come to my office straight from there. Your father cannot take you – he has business to take care of. Love you more than the sky.”

            The first libraries in the world were found in Sumer, Mesopotamia. The People’s Library of Mostar was formed roughly 3000 years later, in 1570. Since my early childhood, I thought this name ”People’s Library” very odd. It wasn’t until later, after long hours of studying political regimes that I understood that socialism demanded everything and nothing to be people’s and of the people. An interesting fact about this library is that it does not have one building – children’s section is in one part of the city, near the synagogue, ”mature” literature behind the Orthodox church, theological books are near the city’s madrasah, academic books in the Mostar University campus, past the Catholic cathedral, then left. A lot more of them were hiding in Mostar’s narrow residential streets called sokaks. Libraries will always provide home for those in need.

           One important lesson that I learned from this library is that, as big as you are, knowledge will always be bigger than you. The building of the library with children’s books is an imposing edifice built in 1905. The facade is dark red and ruined from surviving a hundred years of standing tall despite one empire, World War I, one kingdom, the long and hard World War II, one socialist republic, one destructive and painful war of independence and in the end one sovereign republic Bosnia and Herzegovina. It’s tall windows are framed with white ornaments, giving the momentary impression of Austria-meets-Mauri-meets-Ottoman. The building has only two floors but high ceilings make sure you feel very, very small standing in front of it.

            I would lie if I said that I was excited. Honestly, I was afraid of the library. I was also scared to walk there on my own. Mostar was still not a place that safe. The war was over for a couple of years already, but gunshots and explosions could still be heard in random nights. Parents used to tell us that there are a lot of bad people outside to prevent us from leaving the house on our own. On the other hand, I felt very, very proud that I had 10 German Marks in my pocket! As my grandmother was combing my hair and murmuring under her voice about how irresponsible my parents were for telling me to walk outside alone, ”someone may steal you”, I looked around our house. Our home was two rooms on one floor and a kitchen in the ground floor for six of us. But still, it was home. It had a certain warmth that we could never get into our new house. Grandma and grandpa had their own room.My brother, mama, baba and me were in the other bedroom. Kitchen was a neutral area that baba would take every now and then after him and mama shouted at each other. I still couldn’t believe that there was a book in the world that I needed that was not already in our home! Despite living in one room, a huge wall was taken by a giant shelf containing what I know was about two thousand titles of books, articles, comics and albums. I believed that all that I ever needed was found there and nowhere else. I heard the front door open and footsteps approaching. Through long white curtains I saw the grey silhouette of my baba.  My face turned into a huge grim and I though to myself –  ”I knew he would come”.

            My baba is an extraordinary man indeed. In the hard post-war times he would come to the house pushing a wheelbarrow full off flour, sugar, oil, beans and anything that could stay outside. The food was covered with nylon sheets that said either Merhamet or Red cross or Caritas. On other days, he would come home with plastic bags full of books that people sold on the streets because they needed money. His pockets would be empty and his face happy. I jumped from my place, ran and let baba’s strong hands raise me until I was able to touch the ceiling. ”Come on! We have to leave!”, he said laughingly. My grandmother changed her face expression from nervous to victorious. Her son was now the hero that saved her granddaughter from the witch, my mother, that would make the poor child, me, walk to the library herself.

            Baba opened the wooden door and we walked out into the Mediterranean sun. Ten minutes later, we’re there. Across the street from a ruined shopping mall stands all the red building, white window frames and all. We open the door and come in, and I can’t help but notice the familiarity with which he walked through the halls. We come into a big circular room and there they were – dozens of shelves on floors from bottom to ceiling, thick maroon curtains, working tables in the middle and a lady that turned her head sharply as if to see who disrupted her peace as we came in. The place was completely empty.  ”Good afternoon, Adisa”. My father said with a pleasant smile. I just stood there completely amazed by the seriousness of the insides of the building. I didn’t like it – I was impressed and afraid. I felt the walls could swallow me. I stopped listening to baba and Adisa speaking and I inhaled deeply. A heavy smell of dust and paper entered my nostrils. Adisa’s heavy perfume mixed with the smell of minced meat burek, a greasy pie that smells of onion and deep-cooked meat. I believe that somewhere around that moment of my life I started disliking people that had no consideration of their bodily odors. She had round glasses, not very chick but very Yugoslavian. Her hair was merino-sheep curly. Bright blue eyeshadow combined with red lipstick made her a clown-like figure and I got even more scared. ”What’s your name?” she asked rather loudly. Her voce echoed between the shelves. ”Emina”, I murmured. Baba repeated it louder like he could feel my embarrassment. ”Emina, she’s my youngest.” She handed me the book and said nothing else. I realized I didn’t tell her the title, baba did. I wasn’t even listening to them speaking. I opened my mouth to tell her I have the money to pay for registration but then baba told her we will be leaving. ”Emina, tell your mother to stop by!”, she said opening her mouth even more. ”She will!”. My father said already walking out. I got a feeling he didn’t like Adisa. I didn’t like her at all, but I loved the library. The sense of power it had made me feel like I could take it all in, only if I had enough time, and then I would become powerful just like the library was, and nobody could hurt either me or mama or baba or abi or nana or papa. I was scared and amazed by it, always a winning combination of emotions that shake you up like a tornado and leave you wrecked, but somehow perversely beautiful in your ruins. Libraries will always provide hope for those in need.

            After that came the time when I would visit the library every day, take a new book, go to mama’s office and start reading it there only to end it in the middle of the night. Around that time, baba used to recommend books for me, some very hard and complex, others very interesting. He started buying me books in English ”so that I’d perfect my writing”, a pretty long shot for a ten-year-old. I never perfected my writing, but I believe I started understanding my father somewhere in the sokaks between my house and the library. I started understanding why he couldn’t leave those books abandoned on the streets. He didn’t regret his last coins for old editions in Serbo-Croatian, old Bosnian, English, Russian, German, written in Latin, Cyrilic or Arabic for religious texts… If it was on paper, it was deserved a place in our home. If it’s on paper, it’s worth a place in my heart.

            Libraries will always provide hope for those in need. My father started writing and publishing books of his own. I grew up to be a book worm. I wear glasses almost as thick as Adisa’s, but I never eat burek in my workplace. I spend most of my time at a library that’s way too fancier and at least 80 years younger than the one I started at, but at times when I roam between shelves looking for nothing in particular, I get the same feeling I got that long time ago in Mostar. The dust and old paper feel like home and victory. Home because I can go anywhere just by opening a book. Victory because my father payed my registration and nobody ever asked those 10 German Marks back. I bought all the candy in the world with them.

Emina Hasanagic

DENEME YARIŞMASI SONUÇLANMIŞTIR…

2cGE250-251 dersi kapsamında düzenlenilen ” Kütüphaneyle Tanışma ” konulu Deneme Yarışması sonuçlanmıştır. Jüri üyeliğini  Türkçe Birimi’nden Ahmet Özer, İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden Dr.Gül Kurtuluş, Kütüphane Birimi’nden Ebru Kaya ve Zeynep Aykut’un yaptığı yarışma sonucunda, Emina Hasanagic (POLS) “My First Visit to the Library” adlı çalışmasıyla birinci; Anıl Rızaoğlu (EE) “Göz Göze Gelmek Bilkent Kütüphanesi’yle” adlı çalışmasıyla ikinci ve Alper Özyurt (MAN)“Sonsuzluk Özlemi” adlı çalışmasıyla üçüncü olmuştur.
Toplam 57 başvurunun olduğu yarışmada,  jüri üyelerimiz  anlatıları yaratıcılık, eserin verdiği mesaj, kullanılan dil ve anlatım açısından değerlendirmiş ve dört jüri üyemizin verdiği puanların ortalaması alınarak dereceye girenler belirlenmiştir.
Yarışmamızın birincisi, Emina Hasanagic’e D&R hediye çeki ve sertifikası, ikincisi Anıl Rızaoğlu’na ve üçüncüsü Alper Özyurt’a sertifikaları 5 Şubat 2014 tarihinde düzenlenen törenle Rektörümüz, Sayın Prof. Dr Abdullah Atalar tarafından verilmiştir.
Dereceye giren arkadaşlarımızı kutlar, başarılarının devamını dileriz. Ayrıca, yarışmaya katılan tüm öğrencilerimize de teşekkür ederiz.

Bu etkinlikle ilgili daha fazla fotoğraf görmek için Flickr hesabımızı ziyaret edebilirsiniz

ESSAY COMPETITION…

ess2As part of the GE 250-251 program, Bilkent University Library is organizing  an Essay  Competition entitled “My First Library Experience”.
The competition is only open to students currently taking GE 250-251. Each competitor will earn 80 points. The essay can be written in either Turkish or English, and should be approx.1000-1500 words in length.
The submissions will be judged by a jury of academics and librarians. The best three will receive a certificate, and the winning submission will also receive a 100 TL (D&R) gift cheque. Submissions should be sent, as an attachment in Word document format via your own Bilkent email account, to libcompetition@bilkent.edu.tr  by 17.00 on Tuesday, 31 December 2013 at the latest.  The prize-giving ceremony will take at 12.00 p.m. (noon) on Friday 10 January 2014 in the Art Gallery of Main Campus Library.
For more information, please contact : libcompetition@bilkent.edu.tr
Good luck to all competitors…